A COMPARISON: CITY IN WONG KAR WAI CINEMA AND THE CITY OF SIDEWALLS

The mark of the human beings on the objects is the forgotten mark of himself/herself. Because; since we exist, we interact with our surroundings. Moreover, our surroundings do not simply mean ‘the object’ we create or confront but also mean every ‘other’ that outside of us, beyond us. Also, while our surroundings change, the perception of other changes and eventually how we interact with them gains a new turn. In that manner, every era of a given time represents its own characteristics in terms of interaction with the other. Following that, the artifacts of the human civilization of that specific era reflect but also construct the individual and affect him/her in a way that enable us to extract the outlook of that specific era through that individual. Because, society makes the consciousness of the self, not the other way around. In that manner, the most concrete mirror and indicator of any era of the time and any kind of interaction between objects, which includes human beings too, is the city. Because cities, since the early examples of the civilization, have been a major confrontation area of objects. Hence cities were able to  shape, define and lead that specific era’s characteristic which in turn shaped and defined the human beings also. In that point; to be able to understand the interobjects interactions that emerges in any specific time and how it affects human beings, I will try to analyze the impacts of the cities in the cinema of Kar Wong Wai and compare it with the Sidewalls(2011) movie, which is strongly based on the concept of the 21. Century city. Firstly, I will look into the historical evolution of the concept of the city and compare it to the 21. Century by pointing out the global world and globalization. Then I will give an introduction to the understanding of city in both Wong Kar Wai movies and Sidewalls. And lastly, I will compare the theme of city and the visual differences in those movies. Okumaya devam et

Haneke, Whıte Rıbbon ve Batı’nın Tarihsel Çizelgesine Giriş

Church

Batı dünyasının hem ahlaksal, hem kurumsal/kavramsal hem de bireysel bir çöküş içinde olduğu söylenegelir. Akılcılık ve aydınlanmacılıkla mükemmel insana evril(til)en salt bireyin; 300 yıllık Aydınlanmacı geleneğin ve birikimlerinin öznesi olmadığı konusu, siyasi arenada sivrilmeyi başarmış imparatorlar, faşist diktatörler ve onların devletlerinin emperyalist kolonizasyonları ve katliamlarıyla örneklendirilir. Aynı zamanda; bu örneklerin temellendirilmesindeki sorunlar felsefeden, burjuva ahlakına ve oradan da burjuva ekonomisine(belki, neden olduğu) içkin hale getirilerek, Batı’nın kendisi tarafından sorunsallaştırılmasıyla da, Batı dünyasının tüm bu çok yönlü çözülmesinin çıkış(sızlığ)ını kendi kendine ispat ettiği söylenir. Gerçekten de; özellikle 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl olmak üzere, Batı dünyası, Doğu’nun dahi uğruna mücadele ettiği, benimsediği ya da yakın hissettiği değerleri yaratmıştır.

Küresel kapitalizme karşı Komünizm’i; aklı önceleyen rasyonalist burjuva felsefesine karşı diyalektik materyalizmi; idealleştirilmiş romantik, barok ve klasik sanata(genel anlamıyla) karşı yapı bozumcu, yaratıcı ve özgürleştirici(?) avangart ve modernist/post modernist sanatı. Ancak biz 21.yüzyılın insanları, bu çöküşün kendi içinde yarattığı karşıt cephelerin olmadığı, sorunların çözümsüzlüğe mahkum edildiği, daha geniş anlamda ise sorunların bulanıklaştırıldığı, bunların varlığının şüpheci ya da uyuşuk insanların elinde eskidiği ya da popülerleştirildiği bir dönemi yaşıyoruz gibi görünüyor. Batı, kendine bir alternatif geliştiremiyor ve olagelini, meşhur modern şehir hızında filtrelemeden geçiriyor. Bunlar da, insanı ya mücadelesizliğe itiyor ya da, kendini baştan ve baştan kurmasını. Mücadelesizlik ya da kendini yeniden ve yeniden kurma da, bir bakıma doğruluğunu yitiren doğruların ve aynı şekilde yanlışlığını yitiren yanlışlarından türeyerek, bunları yeniden yaratıyor. Batı dünyasının terminolojiye kazandırdığı ‘’Şeyleşme, yabancılaşma, aidiyetsizlik, fetişizm, aynılık, ortadalık, grileşme, çeşitlilik, renklilik, popülistleşme, genel geçerlileştirme’’ gibi kavramların; bu belirsizliğe, ikileşmeye(bence milyarlaşmaya) içkin olarak ortaya çıktığını, en genel anlamıyla bireyin rehbersizliğini, bir tanrıya, dine ya da sisteme inançsızlığını gösterdiğini de söyleyebiliriz. Artık; bu uzun soluklu sürecin getirip önümüze koyduğu başta Batılı, ardından dünyalı her insanın, nasıl olduğuna dair bir fikir üretebiliriz. Güncel ve hakim ideolojinin insanı; ilkesiz, doğrusuz ve yanlışsız, sorgulamasız ve samimiyetsiz, gösterişçi ve şüpheci, bilinçsiz ve popülist, hızlı ve mükemmeliyetçi, unutkan ve mutlulukçudur. Yazı dizisi boyunca da; insan merkezli bu görünümlere odaklanıp günümüz insanını, geniş bir tarihsel perspektifte ele almaya çalışarak, Batı gelenekleri özelinde tartışmasını yapacağım. Bunun için de, Alman yönetmen Michael Haneke’nin filmlerinden bazılarını kullanıp, White Ribbon(2009)’la geriye uzun bir yolculuktan sonra, Funny Games(1997) ile modern ve medyatik görünümlerini sorgulamaya çalışacağım.

(Yazı birkaç diziden oluşacak ve ilki, White Ribbon’la Aydınlama öncesi Batı’ya odaklanacak.)

Okumaya devam et

Las Meninas ve Joel-Peter Witkin: 20. Yüzyıldan 17. Yüzyıla Sürreal Dokunuş

Joel-Peter Witkin: Ahlaksız bir sapık mı, kara bir koyun mu?

Cüceler, vücut bozuklukları olanlar, devler, kamburlar, transseksüeller, sakallı ve çok kıllı kadınlar, kuyruklu, boynuzlu, kanatlı, dört memeli kadınlar, doğumdan dolayı sakat kalmışlar, kolu, bacağı, burnu, kulağı, memesi kopmuş herkes. Aşırı derecede büyük her türlü organı olan herkes. Her tarzda garip ve değişik görünümü olanlar. Ölüler, ölü doğmuş her türlü canlı biçimleri. Hermafroditler, cinsel sapkınlığı olanlar, İsa’nın bedeninin duruşundaki arızaları alan herkes. (Glaves-Smith, 2009)

Fotoğrafçı, Ortodoks Yahudi bir babanın ve Katolik bir annenin oğlu olan, küçük bir çocukken tanık olduğu bir trafik kazası sonucunda bir kızın kopmuş kafasının ayaklarının dibine yuvarlanmasıyla “ölümün estetiği” ile tanışan, grotesk konuları işleyen fotoğrafçı Joel-Peter Witkin’in model bulma mahiyetiyle gazeteye verdiği bu ilan, kurgusal fotoğrafçılığın en üretken isimlerinden biri olan Witkin’in çektiği hiçbir fotoğraf ile karşılaşmamış birinin bile Witkin’in portfolyosu hakkında tahmin yürütmesini mümkün kılar.

1939 yılının eylül ayında, New York şehrinde doğan ve İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde büyüyen Joel-Peter Witkin, o dönem yaşayan herkes gibi ve Yahudi olmasının getirdiği dolaylı bir algıda seçicilik ile Auschwitz toplama kampındaki esirler üzerinde yapılan ölümcül deneylerin fotoğraflarına tanık olur. Toplumun neredeyse tamamı tarafından “kesinlikle estetik bulunmayan” ve insanlık dışı sayılan bu görüntüler Witkin’in estetik anlayışının oluşmasında en önemli kilometre taşlarından biri olmuştur.

witkin1

Execution of an Extraterrestrial

Sanat yaşamı boyunca toplumun estetik değerlerine aykırı çalışmalar ortaya koyan Joel-Peter Witkin, 1961 yılında Vietnam Savaşı için orduya fotoğrafçı olarak alınır. Hiçbir zaman gerçek bir çatışma görmemiş olsa da, askeri kazaları belgelendirmekle görevlendirilen ve askerlik görevi boyunca da birçok ceset fotoğrafıyla karşı karşıya kalmak zorunda bırakılan Witkin’in sahip olduğu “aykırı” estetik anlayışın aslında toplum ve sistem tarafından kendisine daha önceden çizilmiş bir yol gibi gözükmesi de oldukça ironiktir. Toplumsal ve sosyal konuları, ailesinden gelen Hristiyanlık ve Yahudilik bakış açıları ile tuvaline aktaran ikizi Jerome Witkin, kardeşinden şöyle bahsetmekte:

Kardeş olarak karanlık görüşlerimiz vardı. Ben Araf’ta acı çekip beklerken, o Cehennemde idi. (Witkin, 2011)

Okumaya devam et

Varoluşun Anlamlandırılması – I: Phıneas Gage Vakası ve Ruh/Öz İkilemi

Bilincimiz ilk var olduğu andan itibaren, çok tanıdık gelen ama hakkında aslında hiçbir şey bilmediğimiz bir varoluşlar bütününde yaşıyoruz. Ailemiz, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz; işyerimiz, okulumuz, evimiz; hayallerimiz, amaçlarımız, ilkelerimiz… Hepsi bize bir anlam ve tanıdıklık sunarken aslında ne için var olduğumuzu, nasıl var olduğumuzu, gerçekliğin ve bilginin ne olduğunu bilmiyoruz. Bu sorular karşısında evrenin varoluşu, insanlığın anlam arayışı ile evrenin (varsa) anlamsal bütünlüğü arasındaki çelişki ve umursamamazlık (Bkz: Sisifos Söyleni); kişisel anlam ve hayat algılayışımızın ne kadar önemsiz olduğunu da hissettiriyor bize.

Bütün bu kaosa rağmen, insanın az bir kısmını da olsa cevaplayabileceği bazı sorular var. Gerçeği söyleyemesek de hangi fikrin yanlış olduğunu söyleyebilmemizi sağlayan olaylar, durumlar da… Bir de tahmini aşamasa da oluşan düşünceler var zihinlerimizde.

İşte bu varoluşsal fikirler hakkında; hem kafamdakileri toplamak, hem de dönütler alarak daha da anlamak ve anlaşılmak amacıyla bu yazı dizisine başlıyorum.

Amerikan Levye Vakası

İnsanı ve zihnini anlamak adına psikiyatri tarihinine girmiş bir olay olarak Amerikan Levye Vakası büyük önem arz ediyor. Özetle, 19. yüzyılda Phineas Gage adlı bir demir yolu inşaat ustası, yolu açmak için patlatılacak kaya parçalarına barut yerleştirmek ve fitili ateşlemekten sorumlu bir çalışma grubunun lideri olarak çalışıyor. İşinde başarılı, sevilen, arkadaşları arasında popüler, özenli ve saygılı biri olarak bilinen Gage, 13 Eylül 1848 tarihinde Rutland & Burlington demir yolu yapımında çalışırken, barutu kaya içerisine yerleştirirken kullandığı 45 cm uzunluğunda ve 3 cm genişliğindeki levyenin, barut patlamasıyla aniden geri tepmesi sonucu sol gözünü ve beyninin sol frontal lobunun önemli bir kısmını kaybediyor.

PhineasGage_IronPaths_BigelowRatiuCombined

Yaklaşık 6 kilogram ağırlığındaki levye 25 metre kadar uzakta bulunuyor. Ancak işin ilginç yanı, Gage olayın birkaç dakika sonrasında arkadaşlarıyla konuşabilecek kadar bilinci açık durumda oluyor ve hatta bir kilometre uzaktaki evine kadar götürülürken römorkta dik durup arkadaşlarına yaşadığı durumu da anlatıyor.

1849 yılına girildiğinde Gage normal bir yaşam sürmeye elverecek kadar düzeliyor. Ne var ki, Gage’in tavır davranışları büyük bir değişim gösteriyor. Eskinin aksine kaba, saygısız, konuşmalarında sıklıkla küfreden biri haline gelen Gage’in geleceği tahmin etme ve buna göre karar alma, kaygılanma gibi düşünsel yeteneklerinde azalma gözleniyor ve bu yüzden arkadaşları ona “Bizim Gage” diyemiyorlar artık.

Phineas_Gage_Cased_Daguerreotype_WilgusPhoto2008-12-19_Unretouched_Color_ToneCorrected

Okumaya devam et

Modernizm ve Yükseklik Korkusu

“İçimizdeki ruh sararıp solmuşsa, çevremizde inşa ettiğimiz tüm dünya da solacaktır.”
– Theodor Roszak, Çorak Ülkenin Bittiği Yer

“Meydana gelen her şey, sonsuz bir gelecekten geri dönülmez bir geçmişe yuvarlanır.”
– Martin Heidegger

“ Hep yanlış zamanlarda doğru yerde, doğru zamanlarda yanlış yerdeydik.
Hep kıl payı kaçırmıştık birbirimizi. Gerçeği yakalamaya hep birkaç santim uzakta kalakalmıştık. Bence işin özeti bu. Bir dizi kaçırılmış fırsat.
Bütün parçalar baştan beri ortadaydı, ama kimse onları nasıl birleştirip bütünleştireceğini bilemiyordu. ”
– Paul Auster

“Belki de insan; yalnız inşa etmek istiyor ama içinde yaşamak istemiyordur”
– Dostoyevski, Yeraltından Notlar

“Modern insan için, bir saray inşa etmek, yaratıcı bir serüven olabilir; ama onun içinde yaşamak zorunda kalmak, yine de bir kabustur.”
– Marshall Berman

 

Giriş: Modernizm, İpin Koptuğu AnKarmaşa ve şiddetin kırmızı bir kadife gibi örttüğü dünyada, bu vahşi bir kafesin içinde varlığını sürdürmeye çabalayan insanlığın, umut çığlıklarıdır modernizm. Öncelikle 16. yüzyıl başlarında hafifçe çatırdamaya başlar küçük ıslak tohumu modernizmin. 18. yüzyıla kadar henüz kabuğunu kırabilmiştir, ardından Fransız Devrimi’yle, toprağı aşar, ilerdeki yüzyıllara gölgesinin her yere yayılacağı yapraklarının ilk tomurcuklarını salıverir açığa. Hızla kendini geliştirir, büyür,  toprağın bütün özünü emerek geliştirir kendini ve 20. yüzyıla doğru gelindiğinde, bu küçük tomurcuk neredeyse tüm dünyayı kaplayacak büyüklüğe ulaşmış, insanlık ve tarih adına yadsınamaz değişimlere yol açmış, muazzam, ihtişamlı ve bir o kadar da ürpertici bir quercusolmuştur.Bu makalede, tam da bu etkinin, modernizmin ve modernlik akımının, Marshall Berman’nın “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” kitabından destek alınarak, Paul Auster’ın “Yükseklik Korkusu” adlı eseriyle incelenmesi üzerinde durulmuştur. Çalışmanın asıl amacı, insanlığın içinde bulunduğu bu kaotik dönemi bazı önemli düşünürler ve belli bir eser üzerinden anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktır. Berman’ın deyimiyle,  düşünürlerin kendi zamanlarını anlamak için sarf ettikleri düşünsel uğraş, geçmişi değil ama bugünkü modernlik deneyimlerimizi anlamak bakımından belirleyici önemde olduğundan, geçmişte yazılmış bir eseri seçip üzerinden modernizmi sunmak pek de yanlış sayılmaz. Öte yandan modernizm, tıpkı müzik, resim, şiir gibi soyutluğun içinde salınıp gider ve ona anlam yüklemeye çalışmak her ne kadar sonsuzluğunu sınırlandırmak anlamına geliyorsa da, onu anlamak, geleceğin ve modernizmin ta kendisi için önemli bir görev sayılır. Daha açık olmak gerekirse, modernliğin hiç bir tarzı asla (somut olarak) tanımlayıcı değildir ve olamaz; çünkü modernlik, sürekli değişen, katı olan her şeyin durmadan eridiği bir dünyada kendini yerinde duymak için yürütülen bir mücadele biçimidir. Sanayi devrimi ve teknolojinin gelişimiyle beraber, betimlemek gerekirse, hızla döndürülen bir halatın hız sınırlarına ulaştığı ve neredeyse iyice kopma noktasına yaklaştığı an ve sonrasıdır modernizm; tıpkı Meksikalı şair ve Octavio Paz’ın dediği gibi, “Modernlik, geçmişten öylesine kopartılmış ve habire, öylesine baş döndürücü bir hızla koşturuyor ki, kök salamıyor; bir günden ertesine ayakta kalabilmekle yetiniyor; başlangıcına dönemiyor ve böylelikle yenilenme gücünü bulamıyor.” Ayrıca Berman modernizmin ikilemler ve çelişkiler çağı olduğunu da ekleyerek, modernliğin her tarzının, daha kuruluşundan itibaren kendi yıkımının dinamiğini barındırdığını, insanın kendisini evinde hissetmesini sağlayan yapıların çocukları için hapishanelere dönüşmüş olacağını da ekler. Nietzsche, kendini ‘hiçbir zaman tamamlanmayan bir eksiklik’ ve ‘sürekli bir bitmişlik’ olarak duyumsayan insanın, her an ‘kendini olumsuzlayarak, kendisiyle çelişerek’ yaşamak zorunda olduğunu söyler. Ne de olsa Engels’in de dediği gibi, “Yarısını yedikten sonra elimizde bütün bir elma kalamayacağı gibi, çelişik taraflardan biri olmadan diğeri de olamaz” Okumaya devam et

ANALİZ: LOSING MY RELIGION – II

İlk yazıyı okumayanlar için:
Analiz: Losing My Religion – I


 

1

Every whisper of every waking hour
Uyanış vaktinin her fısıltısı

Nakarat sonrasında, önceden bahsedilen iki konsept dışında (köşe ve ışık) yeni bir konsept daha gözler önüne seriliyor. Tahminen 15. yy – 17. yy arasında yaşayan üç fakir köy insanı, günlük ahır işlerini yaparken görünüyorlar. Muhtemelen, sağ üst köşeden giren ışık ortamın loşluğunu ve kirliliğini belirtmenin yanında, dinin o dönemin insanının hayatındaki ulaşılmaz yerini de gösteriyor. Ahırın arka kısmında bulunan geniş perdeler ise Rönesans başlangıcı sanat atölyelerine bir gönderme olabilir. Melek ise bir önceki sahnelere oranla ışığı daha az umursar görünüyor ve köylülere umursamazca bakıyor. Bunun da din otoritelerinin o dönemin halklarına karşı umursamaz tavrını imgeleştiriyor olması mümkün. Uyanış vaktinin her fısıltısı ise, Rönesans öncesi insanların Orta Çağ’ın karanlığından kurtulmaya başladığı dönemi temsil ediyor olabilir. Okumaya devam et

İrlanda Sinemasına Küçük Bir Göz Atış: McDonagh Kardeşler

Yönetmen kardeşler sinema sektöründe çok da yabancı olduğumuz bir tablo değil aslında ama Avrupa’nın en ücra köşelerinden birinde, neredeyse bir asırdır etnik ayrımcılık ve IRA gibi sebeplerle hala süregelen siyasi çalkantılar yaşayan bir ülke olan İrlanda’da dikkate değer iki isim her geçen gün icra ettikleriyle daha da sivrilmekte: Martin McDonagh ve John Michael McDonagh.

İki farklı kişiliği tek potada eritmeyi başarıp artık sinema camiasında “çift başlı yönetmen” olarak nitelendirilen Coen’ler, Wachowski’ler ve Dardenne’lerin aksine McDonagh kardeşler çoğu projelerinde beraber çalışmasalar da, ikisi de nevi şahsına münhasır kişilikler olsalar da homojenize bir yapıya sahip olan İrlanda sinemasında McDonagh’ları tek celsede incelemek çok daha tutarlı olacaktır.

James Joyce ve Samuel Beckett’tan fazlasıyla etkilenen McDonagh kardeşlerden Martin’in kariyerine göz attığımızda, kendisine En İyi Kısa Film Oscarı’nı getiren Six Shooter‘ın ve modern sinemada kara komedi alanında nadide eserlerden birisi olan In Bruges‘un elde ettiği başarıların rastlantı olmadığını, aslında çok önceden bu başarının ayak seslerini duymamız gerektiğini fark etmek, hak ettikleri ilginin hala çok uzaklarında gezdiklerini belirtmek adına da bu yazı benim için günah çıkarma mahiyetinde olacak.

In-Bruges Okumaya devam et

Türkiye’nin Geçmişini Ve Bugününü Taramak(1)- Modernite ve Ayrışma

Türkiye içinde yaşadığımız ülke olarak deneyimlediği süreçten yaşanılamaz bir hale evrilirken, makul davranmanın tanımını yapmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Gezi direnişinden bu yana devam ededuran ve hepimizde yansıyan, bazılarımızca ise ilgiyle takip edilen bu süreç, beraberinde getirdiği gündemle Türkiye’nin her sosyal kategoriden insanını sınayan ve süzen bir işlevselliğe de sahip. Bu ayıklama durumu da, Türkiye’nin fay hatlarının her 10-20 senede bir kıpırdanmasıyla gün yüzüne çıkıyor ve ardında bıraktıklarıyla çözüm ya da rütbe arayan insanların sirk gösterisine dönüşürken, ülke olarak da şen mi şen bir sirk salonuna bürünüyor. Bu enfes renkli gösteri ve müthiş ayrıntılar, Türkiye’nin bir yandan günlük stres topu olurken, diğer yandan da yoksulluk sınırının altındaki varoşlardan bir teyze ile, tumturaklı bir metropol hayatı yaşayan kodaman bir adamı birbirlerinin varlıklarından haberdar etmekle kalmayarak, birer kanlı bıçaklı düşmana sivriltiyor.  Peki ama bu kendini tekrar edip duran, acımasızca hüküm süren ve gündemi sımsıcak tutan bu kangren yapı; neden ve nasıl gerçekleşiyor, neden sona ermiyor ve gün geçtikçe yeni bir apolitik güruh yaratıyor? Ben de, nükseden bu kangrenli yapıya, temellerine ve etkilerine yoğunlaşacağım.

Öncelikle, Türkiye 100 yıllık bir geçmişe sahip değil, içinde barındığı dinamiklerle ve 18. yüzyıla uzanan modernleşme çabalarıyla birlikte başlayan bir ayrışmaya (Özellikle dini ve etnik temelli) sahip. Bu ayrışma, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman hokus pokus ile yaratılmış bir şey de değil, aksine Osmanlı Devlet’inden devralınmış ve öğrenilmiş bir olgu. Bundan dolayı, güç değişimini ve Türkiye’nin meselelerini ele alırken 1923’te başlayan bir skalayı baz almamalıyız. Skalayı modernleşmenin başladığı zamana kadar çekmeliyiz ki, ayrışmanın temellerine inmeyi ufak da olsa başarabilelim.

Şimdi kısa bir modernleşme tarihine bakalım;

Başlıca modernleşme adımları konjonktürel paradigmalara paralel olarak atıldı ve askeri hezimetler üzerine daha çok askeri ıslahatları kapsadı. 3. Ahmet ile birlikte başlayan, 1. Mahmud ile başarılı olarak da götürülen ve 3. Mustafa’dan itibaren yoğunlaşılan bu alanda, önemli gelişmelere imza atıldı. Ancak bunlar öngörüsüz ve kapsamı dar olan, kaba taslak ıslahatlardı. Bundan dolayı, bu ümitli girişimler sonuçsuz kaldı, hatta geçici çözümler üretmekte bile başarısız oldular ve Osmanlı Devlet’indeki askeri yoğunlaşmanın sorgulanmasına yol açtılar. Bu sorgulama da, tüm yenilik çabalarına karşın alınan bu hezimetlerle birlikte, Osmanlı Devleti’nin rotasını değiştirdi ve Cihatçı Devlet’den erken dönem endüstriyel ve modern bir devlete dönüşümünün ateşleyici oldu. Bu da günümüze uzanan kamplaşma temelli sorunlarda başlangıç noktası kabul edilebilecek bir eşik olarak yorumlanabilir, çünkü modernleşme ayrışmayı da beraberinde getiren bir potansiyele sahip oldu ve oluyor.

osmanli_sanayi1

Osmanlı’da Endüstrileşme moderniteyi de beraberinde getirerek, geç de olsa başladı.

Okumaya devam et

ANALİZ: LOSING MY RELIGION – I

Featured image

Gerek klibi, gerek aranjesi ve bittabi popülerliğiyle bir dönem kalbimizde taht kurmuş, kolay çalınabildiği için ortamların vazgeçilmezi olmuş bir parçaydı Losing My Religion. Klibinin yayınlanmasının ardından geçen yıllara rağmen hâlâ sıkmadan izletebilmesi ve dinletebilmesi kendisini, R.E.M.’in üzerinde ciddi bir biçimde düşünerek yapılan projelerinden olmasından olsa gerek. Ancak ilginçtir ki bu şarkı, bırakın sözlerini, sadece melodisinin insanda uyandırdığı hisler nedeniyle çok dinlendi, sevildi. Peki R.E.M.’in üzerinde bu kadar net bir çaba gösterdiği şarkı ve klibin anlamları? Sanırım bunun üzerinde çok durulmadı.

Besteyi genel olarak inceleyecek olursak; Out of the Time (Zamanın Dışında) (1991) albümünün ikinci parçası olarak piyasaya çıkan Losing My Religion, dört temel ve iki yan enstrüman kullanılarak bestelenmiş. Şarkının geneli boyunca ritm, akustik gitar ve bateri kullanılarak sağlanmış. Mandolinin melodi için kullanılmadığı bölümlerdeyse basitçe gitarla aynı ritmde tutulmuş. Bas gitar ritme gayet uygun bir riff ile kullanılmış. Bunun yanında nakaratta net olarak hissedilen, büyük ihtimalle doğal ses ile elde edilmiş yaylılar, şarkının ruhani hissiyatının verilmesinde ciddi bir önem arz etmiş. Nakaratın ikinci bölümünde ise ritme eklenen bir-iki şeklinde el çırpma sesi şarkıdaki monotonluğa düşme riskini büyük ölçüde azaltmış ve aradaki ufak ritm değişimini daha belirgin hale getirilmiş. Bestenin tamamı ele alınırsa, kullanılan bütün enstrümanlar çalımı çok basit bir şekilde düzenlenmiş denebilir. Buna rağmen notalar arasındaki basit armoninin net kullanımı, yeri geldiğinde armoni dahi kullanılmayan solistin yaptığı geri vokalistlik(ler) ve bunun uyandırdığı koro hissi, metodik olarak da şarkıyı ortalama bir alternative rock bestesinin üzerinde tutmuş.

R.E.M._-_Losing_My_Religion

Parça sözleri anlamında incelendiğinde göze çarpan ilk şey, anlatıcının, karşılıklı bir konuşma ile kendi kendine konuşma arasında gidip geldiği. Şarkı boyunca kullanılan “you” (sen) ve emir kipleri şarkının genelinde bulunan bir diyaloğun ipuçlarını verirken, kendini ikna etmeye yönelik “That was just a dream.” (Sadece bir rüyaydı) ve “I thought that …” (Düşünmüştüm ki…) sözleri alt metindeki monoloğu belirtiyor. Bu iki durum yakarışı ve suçluluk hissini dışarı vururken, aynı zamanda ne yapacağını bilememezlik de sözlerde kendini gösteriyor. Zihinde daha iyi canlandırmak adına, başkarakterin duygusal durumunun Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı ile Goethe’nin Genç Werther’in Acıları karışımı tadında olduğunu söyleyebiliriz. Kesinlikle âşık, ancak bu durumun bitmesi için karşısındaki kişinin imgesinin bir rüya olduğunu, düşündüklerinin yanlış olduğunu kabullenmeye başlayan; konu olarak âşkın son demlerini, bitişini anlatan çetrefilli bir kişinin söyleyecekleri anlatılanlar. Bir açıdan Post-Modern bir âşığın son sözleri de denebilir. Okumaya devam et

Nebraska ve Omaha’lı “Çehov” Alexander Payne Üzerine

Fırsatlar ve rüyalar ülkesi Amerika’nın göz nuru Hollywood’un yavanlığından ve doymak bilmez, bol kırdılı Michael Bay vari aksiyon filmleri yumurtlama hastalığından yakınsak da sınıflar arası uçurumların dipsiz bir hale ulaştığı Amerika’nın metropol hayatından uzaklarda; yolların, eyaletler arası nakliyat yapan ucu bucağı olmayan tırlara ait olduğu taşralardan da 7. sanat olan sinema adına çok leziz eserler çıkabiliyor, Çehov’un anlayışını beyazperdeye yansıtan Alexander Payne ve Thomas McCarthy gibi minimalist duayenler sayesinde.

Bir yönetmen olarak ilginç ve biraz inişli çıkışlı bir grafiğe sahip olan ama sinema meraklılarına The Station Agent gibi bir eser bırakan Thomas McCarthy daha sonra bu naçizane sitenin soluk sayfalarında arzı endam edecek olsa da gelin şimdi yazımızın ana odağı olan sayın Alexander Payne ve 2014 Oscar maratonunda sıkı bir katılımcı olan Nebraska’ya göz atalım.

nebraska Okumaya devam et